6 Aralık 2015 Pazar

Güneşiniz Bol Olsun

     En büyük zararın akrabadan geldiğini bildiğimiz ve kabul ettiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. İstisnalar muhakkak vardır, lâkin bu, Türkiye dahil bütün dünyada kayda değer bir çoğunluğun ortaya koyduğu bir çıkarımdır. Şu hâlde, size zarar veren, iyi ve kötüyü kendi süzgecinizde süzerek karar verdiğiniz kimselerin nereli olduğunun ya da etnik kökeninin bir önemi olmadığını vurgulayabilir miyiz? Kesinlikle!

     İnsanların kim olduğunun bu kadar önemi var mı? Sizce de nasıl olduğu daha önemli değil mi?

     Dinlerin de başlı başına bir felsefe olduğunu savunan biri olarak, yeryüzündeki bütün felsefelerin özünün bireyin kim olduğu ile değil de nasıl olduğu ile ilgilendiğini söyleyebilirim. Bütün felsefelerin çıkış noktası temel prensipte aynı; iyi bir birey olabilmek, nefsini iyiye, güzelliğe eğitebilmek.

     Size kötülük yapana siz iyilik yapmak zorunda değilsiniz elbette, lâkin kötülüğe kötülük ile cevap vermek istemediğinizde ve sûkunetinizi koruduğunuzda bunun adı tam olarak nefis kontrolü oluyor. Bütün bu hesaplaşmalar, süregelen kötülükler, acılar, intikamlar, ölümler, öldürülüşler, hepsi birer kör nefis üretkenliği... Kontrol edilebilir bir nefis katîyyen kötüye sebep olmamalı, sebebi her ne olursa olsun, kötülük sizin elinizden çıkmamalı.

     Benim hayatımda arındığım günden beri var ettiğim hakîkat tam olarak budur, sanmayın ki herkes bana iyi davranıyor. Benim de inişlerim, çıkışlarım, aldatılışlarım, kandırılışlarım ve hayal kırıklıklarım var hem de bir düzine! Benim de sabrımın sonuna gelip de maruz kaldıklarıma cevap vermek istediğim, ortada yanlış olan, yanlış bilinen bir sürü şeyi düzeltmek istediğim zamanlar oluyor. Sonra düşünüyorum, ne gerek var sorusu elimi kolumu bağlıyor, dilime kilit vuruyor. Bırak diyorum. Bırak herkes her şeyi nasıl biliyorsa, nasıl inanıyorsa öyle kalsın, aksi senin hayatında hiçbir şey değiştirmez lâkin dile getirmek istediğin doğrular başka hayatlarda bir çok şeyi değiştirir. O an karar veriyorum, en büyük kötülüğü hakîkati kendime saklayarak yapıyor olacağımın kanaâtine varıyorum ve susuyorum. Hem de ilk günden beri susuyorum.

     Sanıyorum en büyük kötülüğüm budur. Arınmadan önce farklıydım elbette. Kötüye kötü olduğum zamanlar oldu fakat bugün düşündüğümde ne kadar büyük bir yanlışın esiri olduğumun farkındayım. Kendimi önemsemeyi bıraktığım gün, bana yapılan haksızlıklara ve kötülüklere cevap vermez oldum. Nihayetinde kendini bile önemsemeyen birinden başkalarını önemsemesini bekleyemezsiniz. Bir de işin bu tarafı var.

     Umuyorum ki bir gün herkes kendi özünde bunun farkına varabilir ve kendi yüreklerine hakîki bir güneş doğurabilirler. Kötü kötüyü getirir, karanlık karanlığı, kişi kendi elleriyle yarattığı karanlıktan sıyrılmadan kendine bir güneş doğuramaz ve kendine bile bir güneş doğuramayan biri etrafındakileri de aydınlatamaz.

5 Kasım 2015 Perşembe

Bağlılık mı Bağımlılık mı?

     Bunun bilincinde olmak güzel bir his.. Hesapsız, çıkarsız lâkin kontrollü sevmeli... Verilen sevginin beklenen bir karşılığı katîyyen olmamalı. Yalnız öyle çok severken de kontrolden çıktığında bunun adı sevgiden çok bağımlılık oluyor. Bağımlı olduğunu nasıl mı anlarsın?

     Herhangi bir hatasını görmüyorsan... Seven hatayı görür lâkin görmezden gelir yâhut düzeltmeye çalışır. Bağımlıya göre ise, sevdiği ne yaparsa yapsın mütemâdiyen doğru tarafı vardır.

     Bağımlı mantığını yeri geldiğinde bile kullanamaz. O'nsuz yaşamak ihtimâlini bile düşünemez. Hâlbuki hayat bu, her şey bizler için... Dün canım ciğerim dediklerimiz bugün yanımızdalar mı? bugün yanımızda olanlar yarın olacaklar mı? Endişelenmek lüzumsuz. Mühim olan yarın da hayatımızda olması için O'na bağımlı değil bağlı kalmak ve buna göre yaşamak.

     Gelelim bağlı kalmaya... Adı üzerinde; kurduğun o bağı kaybetmemek. İki kişilik düşünmek, iki kişilik karar almak, lâyık olmak ve O'na da bütün bunları yapabilmesi için şanslar vermek, ki tek taraflı olarak işler bağımlılık boyutuna varmasın.

     Sanırım bu işte bahsettikleri ''ince çizgi'' tam olarak da burada saklı.

     Bağımlı kalma; bağlı kal... 

     O'nsuz yaşayamamanın endişesi ile değil; O'nunla yaşayabilmenin huzurunun farkında ol...

15 Ekim 2015 Perşembe

Ben Kimim ve Ne için Varım?

     Jiddu Krishnamurti'nin hep andığı bir sorudur, her şeyin başladığı sorudur: Ben kimim?

     Kimilerimiz bu sorunun cevabını öyle yüzeysel benimsemişlerdir ki, nihayetinde bencillik doğmuştur. Oysa 'Ben Kimim?' sorusunun cevabı özünüzü terbiye eden, olabildiğine mütevazı ve hatta kendinizi bir noktada önemsiz görmenize sebebiyet vermelidir. Sevgili Krishnamurti de bu soru ile öğretisinin temelinde bu cevabı bize aşılamayı hedeflemekteydi.

     Ben kimim?

     Ben bugün bir makineyim. Neden mi? İçimizden biri olarak ele alalım; 
Her gün uyanıyorum. İşe gidiyorum. Anlık ve doğaçlama muhabbetler içerisine giriyorum. İşimi bitiyorum. Eve gidiyorum. Okula gidiyorum. Arkadaşlarımla görüşüyorum. Yiyiyorum. İçiyorum. Eğleniyorum. Tartışıyorum. Uyuyorum. Vesaire... 

     Bütün bunların bir rutine dönüşmesi elbette kaçınılmaz, lâkin bu rutinin içinde kaybolduğumuz noktada birer makineyiz.  Doğanın farkında değilsek, duygularımızı otomatikleştirmişsek, (eğer bir inancımız varsa) inancımız doğrultusunda özümüze inemiyorsak, bütün bunlardan da önemlisi; dinlemiyorsak! Evreni dinlemek. Özümüzü dilemek. 

     Varoluşu sorgulamaktan çok, varoluş amacını sorgulamak. Varoluşu sorgulamak inançları ele alır, varoluş amacını sorgulamak ise özümüzü terbiye etmenin ilk adımıdır. Demem o ki; 'ben kimim' sorusu tek başına sorulduğunda ihtiyacımız olan cevaba ulaşamayız. 'Ben kimim ve neden varım?' sorusu önemlidir. 

     Bu sorunun cevabı tek cümlelik olamaz. Bir saatlik de olamaz. Nihayetlenebilen bir cevap söz konusu değildir. İşte tam da bu süreçte, özümüze inebiliriz. Yaşadığımız dakikalar boyunca, bu sorunun cevabını arayarak, ararken farkederek, farkettiğimizde de daha iyiye bir adım daha yaklaşarak varlığımızı sürdürmeliyiz.

     En nihayetinde 'ben' için önemliyiz, evrende ise kocaman bir hiçbir şeyiz. Bunu bilerek egolarımızı küçültmek, ne için yaşıyorum sorusunun cevabını arayarak yaşamak gerek. Krishnamurti'nin de dediği gibi ''Kendiniz için öğretmensiniz ve öğrencisiniz. Efendi, yol gösterici, lider sizsiniz. Siz her şeysiniz! Ve anlamak, değişimdir.''


29 Eylül 2015 Salı

Eskişehir

     Geçen sene. Yazın son günleriydi, uzakların beni çağırdına daha fazla kulak tıkayamadığım günlerdi. Lâkin gitmek zor iş, öyle her isteyen her zaman gidemiyor. Gitmek isteği çok uzun zamandır bendeydi de, doğru zamanın gelmesi ve ruhumun ihtiyaçlarının kırmızı ışıkla yanıp sönmesi gerekiyordu. Nitekim öyle de oldu.

     Yazın son günleriydi ve bir sabah işime gitmem gerekirken, çalan alarmımı kapattım ve o saniye, evet, tam olarak o saniye karar verdim. Bu daha fazla böyle devam etmeyecekti ve işi bırakma kararı aldım.Yaptığım bir telefon görüşmesi ile durumu çalıştığım yere bildirdim, aynı gün gidip istifamı verdim.  Ruhumu iyileştirmem için gerekli olanlardan ilkini yapmıştım. Bir kere başladıysam devamı gelmeliydi. Biliyorum, bu bana yetmezdi, gitmek gerekiyordu. 

     Aynı gün gitmeye karar verdim lâkin nereye?  İzmir'de rastgele birkaç işe başvurdum fakat bana bir alternatif gerekliydi. Şansım o ki, çok kıymetli bir arkadaşım ile -ki kendisi benim çocukluk arkadaşımdır- aynı gün yaptığım sohbet sonucu Eskişehir için de iş başvurusunda bulundum. 

     Birkaç gün geçmişti ki, Eskişehir'de öğretmenlik yapmak için başvurduğum bir kolej beni görüşmeye çağırıyordu. Haberi alana kadar geçen birkaç günde gitmek istediğimi ailem ile paylaşmış, bilhassa annemden en büyük desteği görmüştüm. Zîra kendisi içinde bulunduğum, aylardır süregelen zor durumun ziyadesiyle farkındaydı. Arınmam gerektiğini söylediğimde bana yalnız başıma daha kötü hissetme ihtimalimden bahsetti. Bunu bilerek gitmem gerektiğini tembihleyerek, gittiğimde işler yolunda değilse uzatmadan hemen dönmem hususunda benden söz istedi. Onun da içini böyle rahatlattıktan sonra, ertesi gün iş görüşmesi için yanıma aldığım sırt çantamla birlikte Eskişehir yolunu tuttum. 

     Beklediğim gibi oldu, artık yeni bir işim vardı. Hem de daha sonraları çok sevdiğim bir mesleği yapıyor olacaktım. Öyle denizi falan yoktu lâkin Eskişehir keyifliydi, sağımda solumda üniversite öğrencileri vardı, insanlar rahattı, gülümsemeyi biliyorlardı ve en güzeli de; koşmuyorlardı! İstanbul'da bir yere geç kalmıyorken bile koşmaya alıştığımız için, Eskişehir benim gözümde rahat ve gamsız bir şehirdi ki kısa sürede buna adapte olup bundan çok keyif almaya başladım. 

     Yeni bir ortam, yeni arkadaşlar, yeni iş, yeni sokaklar, yeni duraklar... İşte, ruhumun iyileşmesi için gerekli olan ikinci adımı da atmıştım. Şimdi geriye yalnızca 2 şey kalıyordu; okumak ve arınmak. 

     Okumaya başladım. Her boş anımda okudum. Dinler, felsefeler en yakın arkadaşım oldu ben oradayken. Yüreğimi ve zihnimi kendimi daha iyi biri olmak için eğitmeye kararlıydım. Bununla birlikte, isyan etmek yerine iyi ki demeyi öğrenmeliydim. Sevginin gücünün her şeyden üstün olduğunun farkındaydım lâkin bunu hayata geçirmem gerekiyordu. Elimden gelenler, bugüne kadar yapabildiklerim artık yeterli değildi ve sevgi tarafından daha fazla ele geçirilmeye ihtiyacım vardı. 

     Zaman geçti, okuduğum her kelime, her cümle, yüreğimin ve zihnimin yanısıra ruhumun da arınmasına yardımcı oluyordu. İstanbul'da bıraktığım ailem ve 3 kişi dışında, herkes ile irtibatımı kesmiştim ve sukûnetin faydasını görmüştüm.

     İyileşiyordum.

     Meğer insan başkalarından gittiğinde kendine geliyormuş. 

     Henüz tam olarak iyileşmiş sayılmam lâkin biliyorum ki; aldığım nefesler iyileşme sürecine dahil, zîra bilinçliyim. Sevginin gücü öyle büyük ki, yüreğimde ve zihnimde sevgiye ters düşecek hiçbir duygunun uzun süre barınmasına izin vermemem gerektiğini ziyadesiyle biliyorum. 

     Uzun lafın kısası, hayatta bazen duygusal olarak da otomatikleşiyoruz. Kendimizi unutuyoruz. Bilinçsizleşiyoruz. Yaşadıklarımız bizi hissizleştiriyor. İşte böyle zamanlarda, okumak gerekiyor. Din okumak, felsefe okumak, farkında olmak, bilinçlenmek. Kendinizi şımartmanız gerektiğinden bahsetmiyorum, bu oldukça saçma olurdu... Ruhunuzun farkına varın ve arının diyorum.

     Sevgiye teslim olun ve en önemlisi, ruhunuzu sevin lâkin çok değil. Aksi halde, zamanla egolarınızın kölesi olursunuz. 

     Naçizâne... 

21 Eylül 2015 Pazartesi

Neden Güneş?

     Güneş'i sevin yeter... Çünkü Güneş size doğayı sevdirir.

     Toprağı seversiniz, çamuru da! Ve böcekleri de! Çoğu zaman ayakkabılara ihtiyaç bile duymazsınız mesela, oraya buraya çıplak ayak koşuverirsiniz. Dokunursunuz, hissedersiniz ve duyarsınız. Kulaklarınızla değil, teninizle duyarsınız. Doğa ile aynı dili konuşmaya ve doğayı anlamaya başlarsınız. Doğanın o kadar da pasif olmadığını anlarsınız. Doğaya hükmetmeye çalışmaktan vazgeçip, olması gerektiği gibi; doğanın size hükmetmesine izin verirsiniz.

     Bir zaman sonra, evrende nasıl da küçücük olduğunuzu fark edersiniz ve vaktiyle size kocaman gelen sorunları ve takıntıları artık umursamamaya başlarsınız. Mesela, uzun uzun planlar yapmazsınız; Dünya zaten dönüyordur ve hayat zaten akıyordur. Siz sadece ve hakîkaten yaşarsınız. Yalnızca sâdelik üzerine yoğunlaşıp, mümkün olduğunca iyi bir insan olmaya çalışırsınız çünkü diğer her şey sizi evrenin doğasından uzaklaştıracak unsurlardır. 

     Hani derler ya ''iliklerine kadar'' diye, Güneş'i sevince tam olarak da iliklerinize kadar yaşarsınız. İliklerinize kadar hissedersiniz. İliklerinize kadar gülümsersiniz. İliklerinize kadar doğal, iliklerinize kadar 'siz' olursunuz. 

     Güneş'i sevin. Çünkü Güneş size doğayı sevdirir.

9 Ağustos 2015 Pazar

Hadi Soralım

     En son ne zaman ağzınızı, yüzünüzü ve de ellerinizi kirleterek, çocuklar gibi yemek yediniz?

     En son ne zaman yalın ayak toprağa bastınız ya da yalın ayak uzun yürüyüşlere çıktınız? 

     En son ne zaman bir yere otururken üzerinizin kirlenip kirlenmeyeceğini tek bir saniye bile sorgulamadan, öylece aklınıza geldiği gibi oturdunuz?

     En son ne zaman aynaya bakmadığınız bir gün geçirdiniz, ne zaman pijamalarınız ile bakkala ekmek almaya gittiniz? 

     En son ne zaman yalnızca ama yalnızca iyi hissettiğinizin önemi olup, başkalarının ne düşündüğünü önemsiz oldu? 

     En son ne zaman siz siz oldunuz? Ne zaman en içinizi en dışınıza çıkardınız? 

16 Temmuz 2015 Perşembe

Lafın Gelişi



    TSM ve THM dışında asla eskitemediğim bir kaç şarkı var; ki bu şarkıları peşpeşe defalarca dinlesem bile bir sonraki seferi yeniden dinlerim, katîyen sıkılmam. Paylaştığım şarkı da o şarkılardan yalnızca bir tanesi. Bu şarkı ile ilgili sevdiğim şey o kadar çok ki. Müziği, hissettirdikleri, huzuru, hüznü, sâdeliği, sözleri, sözlerinin açıklığı.

     Birşeyleri anlamış olmanın en zor, en acımasız yolu bu olsa gerek; anlatılan her şeyin sessiz ve kelimesiz olması, ortada çığlık atan bir sessizlik olması. Bence fazla bencilce. Samimiyetten uzak. Cesaretten yoksun. Böyle olmamalı. Bu çok küçük hissettiriyor, geçmiş gitmiş bile olsa güzel olan her şeyi fazla değersizleştiriyor.

     Sabır, ne güzel bir erdem diyordum. Hâlâ da aynı şekilde düşünüyorum. Saflığa karşı bütün inancımı ve daha da önemlisi; bütün güvenimi kaybettim. Yorgun hissediyorum. Evet, yeni bir gücüm var artık, sıcacık bir el var hayatımda, mis gibi bir arkadaş, mis gibi bir yürek tam da yüreğime nâzır, fakat yine de yorgunluğum içimde fazla yer etmiş durumda ve ancak huzuru bulduğumda kaçıp gider.

     Huzur, hemen gel. Yıllar oldu, öyleyse gelirken kocaman gel, beklediğime değecekmişçesine gel. Her neredeysen, hemen gel.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Aslolan Yürekse

     Sevgiye teslim yaşayan insanların yüreğinin en içinde olanlara olan kızgınlığı öyle ince olur ki, kızamaz, alev alsa da sönüverir. Kulağa çocukça geldiğinin farkındayım lâkin benim sevdiğim herhangi birine olan kızgınlıklarım karnına yumruk atabileceğim türden. Denizler kadar büyük bir kızgınlık bile olsa, bir o kadar da zararsız. İnsan sevdiğine kızamazmış, benimki de o hesap.

     Sevgi herkesin dilinde, oysaki çoğunun yüreğinde değil. İnsan yalnızken, yaptıklarını düşünürken - ne yaptığının bir önemi yok- içi rahat etmeli, iyi hissetmeli, endişe duymamalı. Sevgi vermeli, sevgi almalı. Şimdilerde birçoklarının kalbi örümcek ağı bağlamış, samimiyetten uzak bir dünyanın başında bayrak sallamaktalar. Daha da kötüsü, yanlışlarının farkında bile değiller, Ne kötü!

     Herkes iletişim kuruyor, kelimeler ve kelimeler, ancak çoğunun yalnızca dili konuşuyor. Öyle ki, yüreği zaten ışıklarını kapatmış uyumakta. Sonra her şey sahteleşiyor, her şey geçici oluyor, herkes geliyor ve gidiyor, kimse kalmıyor. Oysa, kalanlar olmalı. Hâlâ var mıdır gelenler ve asla gitmeyenler? Beni sustuğum zaman bile gözlerimden okuyabilecek birileri kalmış mıdır? Gülümsemenin ve gülümsetmenin ne demek olduğunu bilen. Yoksa herkes gerçekten de çağımızın bir gerekliliği gibi görünen robotlaşma evresinde, yalnızca kendi çıkarları ya da anlık hevesleri için mi yaşıyor?

7 Temmuz 2015 Salı

Tevekkül

     Bence sabretmek zorunda kaldığında değil, sabretmeyi öğrendiğinde huzur geliyor.  Öyle görünüyor ki sabretmeyi öğrendim, üstüne bir de kabul ettim, lâkin sabır aynı zamanda içimde kocaman bir boşluğa sebebiyet verdi.  Tanımsız. Yalnızca boşluk, hem de dopdolu bir boşluk.

     Neye inanacağını bilmeyerek yaşamak kötü bir his. Her ne kadar sonuçtan emin olsam da, kararımı vermiş olsam da, yine de sorular sormadan edemiyorum. İçimde hep bir mahkeme jürisi görev başında. Mahkeme demiyorum zîra yargı bana ait değil, benimki yalnızca neden-sonuç ilişkisinin basamaklarında elimden geldiğince inanmaya çalışmak. Yargı zaten çoktan ortada, sonuç belli; bir daha asla eskisi gibi olmayacak.

     Gel gelelim, öyle ya da böyle, sabretmekten başka bir seçenek yok. Ne vakit bu durumu zorunlu bir seçenek olarak değil de kendi irademiz ile vermemiz gereken bir karar olarak görürsek, o vakit arınmaya başlıyoruz. İnanıyorum ki, şu an içinde bulunduğum durum tam olarak da bu. 

     Merak etmiyor değilim elbet, kızgınlıklarım olmuyor değil. Lâkin birkaç dakika içerisinde öfkemi kontrol altına alıp bütün o düşüncelerden sıyrılıyorum, iyi ya da kötü hiçbir düşüncenin, hiçbir tepkinin bir anlamının olmadığını farkedip yalnızca devam ediyorum. İşte o vakit kendimi tam olarak da tevekkül içinde buluyorum. Aydınlandığım söylemez elbet, lâkin yılmışlık ile birlikte minicikten bir hissizlik beliriyor içerimde. 

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Ruh Çıplaksa Telâfi Mümkündür

     Bana sorarsanız, yapılan hatalardan çok, onları nasıl telâfi ettiğimiz önemli olmalı. Yani bir düşünün, illâ ki bir hata söz konusu olacaktır, konunun ne olduğu mühim değil. Velev ki, ikili ilişkilerde herhangi bir hata söz konusu. Telâfisi mümkün görünmese bile, bence bu anlamda atılabilecek en güzel ve en sağlam adım hatayı ve mâl olduklarını kabul etmektir. ''Evet, yaptım ve sonuçları bu oldu'' diyebilmektir. Bu, karakterinizin gururunuza ve kibirinize atabileceği en şık goldür.

     Sonraki adım ise, karşınızdakine ne kadar samimi olduğunuzu göstermektir, gerçekten samimi değilseniz hiç uğraşmayın işe yaramayacaktır. Zîra samimiyet öyle bir şeydir ki; gerçekten oradaysa oradadır, yoksa yoktur. Ruhunuza giydiğiniz her şeyi bir yere asın ve çırılçıplak konuşun. Çünkü samimiyet bunu gerektirir. Zamanı geri alamayacağınız gerçeğini göz önünde bulundurarak lâkin elinizde olsa o hatayı yapmayacağınızdan emin olarak konuşun; lâkin ruh çıplak, unutmayın.

     İçinizde her ne varsa, dilinizde olmalı.

5 Temmuz 2015 Pazar

Her Şeyden Sonra

     Geçenlerde okuduğum bir kitapta diyordu;
''inanmıştım'' cümlesinin içerdiği hayal kırıklığının dünya üzerinde eşi benzeri yokmuş. Eminim ki her birimiz, farklı konularda da olsa, en az 1 kere bu cümleyi ya içimizden geçirmişizdir ya da dilimiz aracılığı ile evrene bırakmışızdır. Bir hatırlayın;  o cümle içimizi ele geçirdiğinde ne kadar da kırgın, ne kadar da bölük pörçük, ne kadar da minicik hissetmiştik. Peki ya ne zaman geçti o minicik hissetmek hissiyâtı?

     Geçmez, eğer büyük inanmışsanız hiç geçmez. Aklınıza her geldiğinde de yine aynı his bütün hücrelerinizi ele geçirir. Kendinizi hücreler kadar minicik hissedersiniz. Lâkin, emin olduğum bir şey var ki; üzülebiliyorsam hâlâ iyi bir insanım demektir. 

     Vicdan büyük lûtuftur, asla kaybetmeyin. 

     Zaman yalnızca alışmamızı sağlar, kabul etmemizi sağlar ama geçirmez. Eğer hayal kırıklığınız inancınız kadar büyük ve samimiyetiniz kadar gerçekse, kanayan yerlerinize dokunulmadan geçmeyecektir, zamanı çöpe atsanız yeridir.  Siz de benim yaptığım gibi yazabilirsiniz. Zîra yazmak iyi geliyor, gözden kaçanlar ile yüzleşmenizi sağlıyor. Zaten üretmek her zaman güzeldir, iyi hissettirir. Kanımca öğretmek de iyi hissettiren şeyler arasında olmalı. Mesela ben artık bir öğretmen olmak ve bu kelimenin hakkını vermek istiyorum. Onlarca miniğim olsun istiyorum, miniklerimin anılarında onlara güzel şeyler öğreten biri olarak yer almak istiyorum. Sanılanın aksine; bu bir ego değil. Bu yalnızca, yapabileceğinin en iyisini yapmak isteği. Benim gibi birinin başka bir üretkenliği söz konusu olmazdı zaten. Bütün sevgimi, ilgimi, bilgimi henüz bireyleşme çabasında olan miniklere vermek ve en önemlisi; onlara bu davranışımı aşılamak. Belki onlar da bunlardan feyz alarak ileride başkalarına aşılama yaparlar. 

     Sonra büyürüz ve büyürüz, iyi insanlar çoğalır. İyi olmak için çabalayan insanlar da çoğalır. Hem belki o zaman kalbi kötü olan insanları yeneriz. Belki o zaman benim başıma gelen, bir başkasının başına gelmez, insanlar güvenince yara almazlar, daha az üzülürler ve daha az yazarlar. Ya da üretilenler daha umut dolu olur. 

     Olur mu? Kim bilir... 

En Ön Söz

     Dil, bugüne kadar gelmiş geçmiş en ama en kötü iletişim aracıdır. Tamamen yapaydır, doğallıktan uzaktır. En doğal iletişim aracı ise güdülerin eyleme geçtiği durumlardır. Buna rağmen, şu an içimdekileri dil aracılığı ile aktarıyor olmam da gelmiş geçmiş en büyük ironidir.

     İkili ilişkilerde kendimizi zaman zaman öyle anlarda buluruz ki, konuşuyor olmak yalnızca yorucudur. Karşınızdaki sizi anlamıyordur ve anlamayacaktır da, zîra bütün algıları ve algılarını açma istemleri devre dışıdır. İşte o noktaya geldiğinizde, geriye tek bir çözüm kalır; yazmak. 

     Yazmak rahatlatır; içinizde tuttuğunuz her ne varsa, en doğal haliyle çıkıverir zihninizden, harflerle biçim alarak kelimelere dönüşür, oradan da cümle oluverirler. Yazmak içinizin en 'aslı gibidir' hâlidir. 

     Yazmak yüzleştirir; yazarken bütün doğrularınızla, doğru sandığınız yanlışlarınızla, hatalarınızla yüzleşirsiniz.  Özeleştiri yaparsınız ve bunu yaparken tamamen samimi olursunuz. 

     Yazmak öğretir; yüzleştiğiniz bütün yanlışlarınızdan ders alırsınız. Aldığınız dersler zihninizde 'keşke'ler ile dans eder, sonuç olarak bir daha aynı hataya düşmemeniz gerektiğini en güzel haliyle görürsünüz. Yaşadıklarınız sonucunda öğrendikleriniz ne kadar sert olursa olsun, yazarken öğrendikleriniz de bir o kadar yumuşaktır. 

     Yaşadıklarınız size tekme atarken, yazdıklarınız size kucak açar. Öyle ki, yazmaya başladıktan bir süre sonra dertleşecek birine ihtiyacınız bile kalmaz, hüzünlerinizi dile getirerek paylaşmak çok yorucu gelir, üşenirsiniz. Karşınızdakinin sizi gerçekten anlayıp anlamadığı detayını düşünmekten kaçınırsınız ve sonuç olarak, yazarsınız ve yazarsınız.

     En güzeli de; kalem itaâtkârdır, yalnızca üretir. Defter ise olabildiğince sâdıktır; 'gel' dediğiniz her an sizinledir. Bu sebeple, yalnız birine edebileceğim en güzel dua; zihninin, kaleminin ve defterinin her dâim birlikte kalmasıdır. 

     Zihninizin, kaleminizin ve defterinizin her dâim yoldaşınız olması dileğimle...